28 Ara 2011

14 Maddede Machiavelli..

Machiavelli'yi savunuyormuşum gibi olacak şimdi ama savunuyorum Allah günah yazmasın:)
Daha doğrusu savunmuyorum. ''soruyorum''

1 ) Hepiniz Spinoza'ya bayılıyorsunuz ama Makyavelci olmak dendiğinde hemen bi yan bakmalar, cıkcıkcık'lar. Peki Spinoza bu adama bayılıyordu desem? Sevdiğinizin sevdiğini sever misiniz siz de?

2 ) Prens'i okudunuz mu sahiden?

3) Birkaç alıntıyla bakalım bakalım ne demiş bu kötü adam?

"İnsanlar size karşı suç işledikleri ve kötülük yaptıkları zaman, sizin onlara vereceğiniz yanıt, onların size yaptığından bin beter olabilir ve olmalıdır"

"Bir hükümdar hayvan gibi davranabilmelidir. onun tilki ve aslandan öğreneceği şeyler vardır. tuzakları sezmek için tilki, kurtları korkutmak için de aslan olmak zorundadır."

''Ne yaparsanız yapın halkın sizden nefret etmesine engel olun. eğer ki halk sizden nefret ederse bunu size ödetir. Erdemli görünün. amaçlarınızı saklayın ve unutturun. ''

"İnsanlara ya iyi davranınız ya da onları ayaklarınızın altında eziniz. çünkü az incindiklerinde intikam peşine düşebilirler, daha faslasındaysa bunu akıllarına bile getiremezler''

"İnsanlar nankör, kaypak, sinsi, tehlikeler karşısında ürkek ve kazanç düşkünü yaratıklardır; onlara iyilik ettiğiniz sürece size bağlıdırlar",

"Her hatamın arkasından sonumun geldigini düşünürüm ancak rakiplerim hatanın büyüklüğü karşısında şaşırıyor, her hatamda keramet arıyorlardı. Böyle böyle ünlü oldum"

"Hükümdar halkı öyle korkutmalıdır ki,sevilmese bile nefret de uyandırmasın. Halkın malına ve ırzına dokunulmazsa bu da sağlanabilir. Gerektiğinde sebepleri açikça belirtilerek birinin kanına girilebilir. Ancak özellikle kimsenin malına dokunmamak gerekir.Çinsanlar babalarının kaybını unuturlar da mallarının kaybını unutamazlar."

''Eğer hükümdar sevilen mi korkulan mı biri olsun, diye sorarsanız, ikisi de iyidir derim ama birini
seç derseniz korkulan olmasını tercih ederim çünkü insanlar bencildir, sadece kendi çıkarlarını düşünür. Onları ancak korktukları biri yönetebilir. Hükümdar isminin 'acımasız'a çıkmasından çekinmemelidir. Halk hükümdardan korkmalı ama ona kin ve düşmanlık beslememelidir. Bu ince ayarı tutturacak olan da
şüphesiz ki hükümdardır''

4) Prensler bu adamın yazdığı kötülükleri yapmak için kitabın yazılmasını beklemiş olabilirler mi?

5) Machiavelli bunları yazmamış olsaydı elimizde böyle kabak gibi şablonu asırlardır bizi yönetenlere tutup ''ahanda Prens'in önde gideni'' diyebilecek miydik?

6 ) Macchiavelli yazdıklarında ciddi midir?, haklı mıdır? , gerçekçi midir?, ironi mi yapar?

7 ) Devlet kavramına karşı olmayan birinin bu adama karşı olması tuhaf değil mi?.

8 ) İnsanlar sizce cömert, yüce gönüllü, iyi niyetli, insaflı, affedici, eşitlikçi bir yöneticiyi kaldırabilcek kadar cömert, yüce gönüllü, iyi niyetli, insaflı, affedici, eşitlikçi mi?

9 ) Machivalli ahlak kavramını yok saymıyor; birlik oluşturulurken etik kavramına bakılmaksızın birlik sağlanması gerekliliğini savunuyor ancak ahlak dışı bir toplum hükümet için en büyük tehlike. O zaman halk için geçerli olacak ahlak kurallarını nerede aramak gerekir?
10) Tanrı tanımaz bir düşünür olan Machiavelli gerektiğinde dinin birleştirici gücünden faydalanalım diyor ve aynı şekilde bireyselciliğin tavan yapması da din ile dizginlenebilir ona göre.

11) Prens'te savunulan temel ilkelerden biri Yasalara Uymak. Bu Prens için de geçerli (Kendi koyduğu yasalara kendisinin de uyması gerekliliği var). Machiavelli'ye göre adalet kavramı şu şekilde oluşmuş; dağınık yaşayan insanlar biraraya geldiklerinde iyi ve haklıyla, kötü ve haksızı ayırmaya çalışırlar. İyi ve haklı olana sevgi, kötü ve haksız olana ayıplama ile karşılık veriyorlar. Kötülük yapılan bir insanın başına bir daha aynı kötülük gelmesin ve bu kötülük başkasının da başına gelmesin diye "yasa" koymaya başlamışlardır.

12) Krallık kurulduktan sonra karma yönetime geçilebilir; Aristokrasi, Halk ve Hükümdar yönetimde birlikte yer alabilir ancak hiçbir zaman tam eşitlikçi, bol sesli ve çoğunlukçu olunmaması gerektiği, bu durumda çoğunluğun önce hükümdarı yerinden edip belki de hükümdarla olduğundan çok daha ''hak''sız bir yaşama ''kavuşulacağını'' belirtirken bu hükümdarın görevlerin birinin bu haksızlığı baştan gücüyle önlemek olduğu vurgulanır.

13) Şimdi size soruyorum; el insan adam mükemmeliğin resmini mi çizmiş, yoksa gördüğü aksak monarşilerin bir resmini çekip photoshopla kusursuza mı çevirmiştir?

14) Machiavelli bir tiranın el kitabını hayranlıkla mı yazmış , Prenslere öğütler mi vermiş? yoksa bize her yönüyle bu Prensleri mi anlatmıştır? Bizim yorumumuza kalmış. Son soru; Acaba yazılanların tam tersini yapan bir hükümdar olabilir mi? Hükümdara gerek var mı? Hükümdar kimdir? ''Neden?'' Dünyamız hep bu Makyavelciler yüzünden bu halde'' ''mi?''

" Ben cennete değil cehenneme gitmek istiyorum;

çünkü cehennemde papalar, krallar ve prenslerle beraber olurum,

oysa cennette sadece dilenciler, keşişler ve havariler var "


Niccolo Machiavelli

27 Ara 2011

'' Hayat Kısa

Kuşlar Uçuyor

Bilesin ''

Benden ne olmaz?

Ajan ( hic poker face diilim ayrica iskenceye hic gelemem hemen öterim) ,


Banka soyguncusu ( suratim fazla sempatik elime kalasnikof alsam bu bi soygundur desem hadi len derler ),


Trapezci (duz yolda yuruyemiyorum daha) ,


Einstein ( carpim tablosunda 7'lere yeni geldim daha) ,


Belgeselci ( yok ceylani kaplan parcalamis filmini çekim yok yesil basli mor yilanin nesli tukeniyomuss pehhh hic giremem bortubocegin arasina, ayrıca filme çekmek yerine o kaplana bi kışştt demeyip ceylanı kurtarmayan belgeselcilere de kılım)


Fifa gozlemcisi ( ben gozlemem kafa ustu dalarim gibime geliyo),

Heidi Klum (Einstein olamayışıma benzer teknik detaylar yuzunden) ,


Muhasebe muduru ( 4 dakikada 4 holding batiririm yeminle lifo fifo aylik mizan amaaaann),


Kurumsal kariyer kadini ( fifa gozlemcisiyle ayni nedenden),


Kaşif ( ayol evin yolunu bulamiyorun kayip kitalari nereden bulayim),


Merkez bankasi baskani (gece gunduz para basip sacarim neymis piyasada karsiligi yokmus şaşarım.


NBA oyuncusu ( rengim tutmuyo) (off tamam boyum kısa) ,


Kurumsal kariyer kadını ( fifa gözlemcisi ile aynı nedenden ) ,


Derya Baykal ( eriklere dantel kılıf mı öreyim yani pes) ,


Anayasa hukukçusu ( kalın kitaplar nedeniyle ) ,


Teknik direktör ( ofsayta, serbest vuruşa, playoffa ve luganoya karşıyım ) ,


Balerin ( acıcık geç kaldım) ,


Dizi yönetmeni ( kendimi senaryoya fazla kaptırabilirim; gidip mukaddesin ağzının ortasına patlatırım mesela ) ,


Timsah avcısı ( öyle meslek olmaz),


Kuş gözlemcisi ( ayol ömür mü geçer bekle bekle ),


Rus milyarder ( neden mi? ayol hem param yok, hem de rus değilim ),


Bilgisayar programcısı ( enter ve yeniden başlat tuşlarıyla bir steve jobs olunmaz ),


Nihat Doğan (özgüven eksikliğim var, yakınından geçemem),


Moda tasarımcısı ( ben ki daha pijamamın altını üstüne uyduramıyorum )


Sünnetçi ( yıllar sonra kapıma dikilip nerede benim 2 cm diye hesap sorarlar allah muhafaza)


Açlık grevcisi ( 6 dakika durur sonra köfte ekmeğe yamulurum , işkenceye ve açlığa ve masaja hiç dayanamam böyle biline:)

13 Ara 2011

''İhtiyarladım. şurada, bir sandalyenin üzerinde, gırtlağına kadar kendi yaşayışına gömülmüş oturuyor ve hiçbir şeye inanmıyorum. Oysa bir zaman ben de İspanya'ya gitmek istemiştim. Ama olmadı! ben buradayım, kendi kendimin tadına bakıyorum; kanın ve pas kokulu bir suyun buruk tadını duyuyorum: bu benim kendi tadım; kendi kendimin tadıyım ben varım, yaşıyorum. Varolmak, yaşamak işte bu: susamadan, canı çekmeden kendini içmek!''


Jean Paul Sartre

" We are possessed by the things we possess. When I like an object, I always give it to someone. it isn't generosity - it's only because I want others to be enslaved by objects, not me."

''Sahip olduğum eşyalar, zamanla bana sahip oluyorlar. ne zaman bi nesneyi sevsem, onu hemen bi başkasına veririm. cömertlik değil bu. nesnelerin kölesi olmak istemiyorum''
"Kediye kedi diyelim; sözcükler hastaysa onları iyileştirelim"


J. P. Sartre

Jean Paul Sartre

''Ben inançsızlığa, dogmaların çatışması sonunda değil, büyükbabamla büyükannemin ilgisizlikleri yüzünden vardım. Bununla birlikte, inanıyordum: gecelikle, yatağımın kenarına diz çöküp, ellerimi birleştirip, her gün dua ediyordum, ama gittikçe daha seyrek düşünüyordum tanrıyı.

Daha birkaç yıl, yaradan ile açık ilişkilerimi sürdürdüm; kendi başıma kalınca artık aramaz oldum onu. yalnız bir kere, o'nun varolduğu duygusuna kapıldım. kibritlerle oynamış, küçük bir halıyı yakmıştım; tanrı beni gördüğünde, müthiş cinayetimi örtbas etmekle uğraşıyordum, kafamın içinde ve ellerimin üzerinde bakışı'nı hissettim; feci derecede ortada olan, canlı bir hedef gibi dönüp duruyordum banyo odasında. kızgınlık kurtardı beni: böyle büyük bir dikkatsizlik karşısında köpürdüm, küfrettim, büyükbabam gibi: "Hey allahım, ya rabbim, hay allahım, ya rabbim" diye mırıldandım. Bundan sonra hiç bakmadı bana.

Başarısızlığa uğramış bir tanrı denemesini anlattım size: Tanrı'ya ihtiyacım vardı, verdiler, ne aradığımı bilmeden aldım O'nu. Yüreğime kök salmadığı için, bir süre sıkıntıyla yaşadı içimde, sonra öldü. Bugün bana O'ndan söz edildiğinde, eski bir güzele rastlayan yaşlı bir delikanlının üzüntüsüz gönül hoşluğuyla "elli yıl önce, o anlaşmazlık, o yanılma olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi" diyorum.

hiçbir şey olmadı.."

Jean Paul Sartre

"in football everything is complicated by the presence of the opposite team''

"Bütün özgürlüğü üstüne çullanmıştı yine... Özgürdu, her şeyde özgürdü, hayvan ya da makine olmakta özgürdü, 'olur' ya da 'olmaz' demekte özgürdü, mırın kırın etmekte özgürdü... Yalnızdı, korkunc bir sessizliğin ortasinda, özgür ve yalniz, yardımsız ve mazeretsiz, bir daha dönememecesine karar vermeye mahkum, her zaman icin özgür kalmaya mahkum..."



Jean Paul Sartre

5 Ara 2011

" Yüzyıllar boyu japonya’da su seviyesi yükseldi ve toprağı yuttu ama aynı zamanda su seviyesinin alçaldığı ve yeni toprak şekillerinin ortaya çıktığı bir dönem de oldu. o yüzden okyanusun topraküstündeki insanlarla değişken bir ilişkisi var. Japonlar duygularını ifade etmekte pek başarılı değiller. depremde evi yıkılan bir adam, gazeteciye evinin yıkıldığını söylerken bir taraftan da gülümseyip böyle yaşamak durumundayım diyordu. yani bu hayatımızın bir parçası. ben japon kültüründeki bu tarafı seviyorum. dünyada birçok doğal afet oluyor. japonlar, bu felaketleri çok sıradan şeylermiş gibi kabul ediyorlar"

Hayao Miyazaki

Ruhların Kaçışı'nın yönetmeni Hayau Miyazaki'den büyülü bir film. Ponyooooooooooooooo:) Denizler evimdir, bilen bilir ve denizlerde değilim. Bir Ponyom olsa mesela şahane olurdu.


Ponyooooooooooooooo seni çooook seviyoruuuummmmmmm

Caribou Coffee Caddebostan açıldııı!!!!!



Birhan Keskin

SALYANGOZ

içimdeki taş yerinden kımıldadı.
göğün altında,
yerin telef edilmiş yüzünde
bir papatyanın 'olmaz' yaprağına düştüm.
ben sustuysam söz de sussun. olmadı,

taşındım ertesi gün 'olur' yaprağına.
orda büyüttüm hatırayı,
ordan düştüm.
hatıra da unutsun kendini koyuluğunda.

beni gel beni bul beni al,
istediğin yerde uyut bendeki hatırayı
istedim.

vardığım yer bir uçurumdan kekeme,
gümüşten ipliğim azaldı
susmaya unutmaya uykuya
yelteniyorum.

23 Kas 2011


Aslında sadece bunu diyecektim. Burdayım!
Burası dövülmüş bir yüzün yüz üstü düşme hâlleri


Zafer Ekin Karabay


sonra kırık aynada görüyorum kırılmış


kalbimi ve herkesin kendi gölgesini giyindiği


bir mevsim oluyor güz, oysa üşürken


aynada kırılan sen ve kalbime biriken kar


topu çalınmış çocuk, soyunup gölgesinden


sarmalıdır herkes güzünü, yoksa bütün


aynalar bırakıp gider bir gün yüzünü


Seyyidhan Kömürcü

işte! patlayan parantez, sırayı bozan ölüm
söndürüp ışıklarını karşıdan karşıya geçirmeye yarayan hayat
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
mutlak bir ekip çalışmasıdır
üç el oyuk bir yağış biçimidir ölüm

demişken diyelim ve öyledir;
olmayan davaların işi değildir divana kalmak
ya da aşkın ara sokağında balkondan sarkmak
çünkü çocuk oyuncağıdır harç taşımak
taş toplamak, kuyu kazmak
demişken diyelim ve öyledir;

işte! ben dolaylarında hayatını kaybeden eşim
önce aşk, sonra ara sokağında taş taşıyan şüphe yani
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
yok kimseye –makilerin orda- anlatacağım bir şey

demişken diyelim ve öyledir,
hala şüphe taşıyor her taş
süslü cami avlularında yalın ellere tapıyorum
öldüğünü bilmeyen iplerden
hala süslü siyah mektuplar alıyorum
günlerdir –makilerin ordan- yazıyorum;
sigara ve kahveyi saymazsak evde yalnızım
günlerdir söylüyorum;
sigara ve kahveyi saysak da evde yalnızım

aslında günlerdir çok ileri gittiğim de söyleniyor
ısrarla yüzündeki kışa benzediğim ya da
kış dediğim aynamızın önünde elek
günlerdir hoh taşıyorum
taş topluyorum deliklerine
yani ısrarla kuyuları güldürüyorum kendime

işte! ben dolaylarında hayatını kaybeden hayat
önce aşk, sonra ara sokağında taş taşıyan şüphe yani
bilinsin ve süssüz siyah bilinsin istiyorum;
yok kimseye –makilerin orda- anlatacağım bir şey

12 Kas 2011

Cem Akaş / Bir İlişki Nasıl Olmalıdır?


Birinci Manifesto


1. Bir ilişki ilişmekle yetinmemelidir. Kıyıya, köşeye, ucuna veya kenarına oturmakla, oturuyormuş gibi yapmakla gemi yürütülmez. Üzerine oturulacak şey süngü bile olsa, tam anlamıyla oturmak şarttır.

2. Islak olmayan bir ilişki düşünülemez.

3. Aslında ilişki diye bir şey yoktur; her şey palavradır. İki insan ancak birbirlerine ilişmedikleri sürece birbirlerini yaşatabilir. Birlikte değişim bir ortaçağ yalanıdır.

4. Olmuyorsa olmuyor kuralı: kelek kavuna şeker serpmek kadar anlamsız bir hareket daha bulunabilir, ama bu zor olacaktır.

5. Herkesin kavun yerine ayva yemeye hakkı vardır.

6. Duvar çentiklerinin gölgesinin derin olacağı unutulmamalıdır.

7. Söylenmeyen söz ağırlaşır.

8. Herkesin kendine ait bir karanlığı olması gerektiği, tartışılmaz bir gerçektir.

9. Bir ilişkide gerçek diye bir şey yoktur. Dolayısıyla kaç kilo ettiği bilinemez.

10. Avukatlar ve polisler, sevgiyi mülkiyet kanunlarının hükmüne sokmakta başarısızlığa uğramaya mahkumdur.

11. Bedenlerin birbirine alışması söz konusudur. Bu, beyinler için de geçerlidir. Bu konuyla küçük mavi cinler ilgilenecektir.

12. Acı çektirme sanatı gün geçtikçe ilerlemektedir.her ilişkinin amacı, bu sanatı kusursuzluğa ulaştırmak için çabalamaktır.

13. Her insanın duvarları vardır. Her duvarın gedikleri vardır. İlişkide dürüstlük, insanların birbirlerine verdiği ve bu gedikleri gösteren haritaların doğruluk derecesiyle orantılıdır. Orantı sabiti 1.7’dir.

14. Duvarlara işemeyiniz.

15. Her insanın paspas olmaktan sıkılmaya hakkı vardır.

16. Beklemek erdem değil, çaresizliktir.

17. İnsan temelde yalnızdır. Üst katlar için kesin bir şey söylenemez.

18. Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılırsa raconu kalmaz.

19. Erken kalkanın kahvaltıyı hazırlaması, uzun vadede bir ütopyadan ibarettir.

20. In the long run we are all alive.

21. İnsan tek başına da sıkılabiliyorsa bu becerisini geliştirmelidir.

22. Aslıda ilişki diye bir şey vardır. Her şeyin palavra olması hiçbir şeyi değiştirmez. Aşk her ilişkide bir olasılıktır. Yaşam da her ilişkide bir olasılıktır. Dolayısıyla aşkın ne olduğu bilinmemekle birlikte yaşam aşktır. Bu madde, 3. maddeyle çelişmez.

23. Diğerinin bokunu temizlemek, aşkın varlığını kanıtlamaz. Diğerinin aşkını temizlemek, bokun varlığını kanıtlar.

24. Metal yorgunluğu, uzun süre sıkılı kalan bir vidanın ya da bükülü duran bir levhanın yorulup kırılması gibi bir şeydir. Aynı paralelde ilişki yorgunluğundan söz edilebilir.

25. İlişki, il-İŞ-ki değildir. Fazla mesai ücrete tabi değildir. Görev bilincinizi götünüze sokunuz.

26. İlişkilerde eşzamanlılık olanaksızdır. Herkesin zamanı kendine göre işler. Ortada tek bir dağın olması, değişik açılardan bakıldığında değişik şeyleri görüldüğü gerçeğini değiştirmez.

27. Rüyalar, anılar kadar önemlidir. Tabiri caizdir.

28. Herkes kendi efsanesini kurmak ve yaşatmakla yükümlüdür. Ancak bireysel efsaneler var olduğunda ortak bir efsane oluşturulabilir.

29. Dil, iletişim kurmak için başvurulacak son amaçlardan biri olmalıdır. Bir çelişki gibi görünse de konuşmak şarttır. Bu, koklaşmanın ve telepatinin önemini hiçbir şekilde yadsımaz.

30. Yolların uzun ve ince olması, üzerlerinde gündüz-gece gidilmesini gerektirmez.

31. Her son’un nasıl olacağı en başından bellidir.

32. Eğer bir ilişkinin bitmesi mümkünse bitecektir.

33. Bunun birinci manifesto olması, ikinci bir manifestonun olmayacağı anlamına gelmez

Woody Allen


Gazeteler yine UFO'lardan sözetmeye başladı, onun için bu olayı ciddi bir şekilde ele almanın zamanı geldi de geçiyor bile. (Aslında, saat şu anda sekizi on geçiyor, bu yüzden sadece birkaç dakika gecikmiş olmakla kalmıyoruz, ayrıca ben kurt gibi acıktım.) Şimdiye kadar, uçan daireler konusu çoğu zaman kafadan çatlaklar ve manyaklarla özdeş tutuldu. Aslında, gözlemciler iki grubun da üyesi olduklarını itiraf ediyorlar. Ama yine de, sorumluluk sahibi kişilerin ısrarlı raporları üzerine Hava Kuvvetleri ve bilim çevreleri bir zamanlar takındıkları kuşkulu tavrı yeniden gözden geçirdiler; şimdilerde, olayın kapsamlı bir incelemesi için iki yüz dolar kadar para ayrılmış durumda. Sorun şu: Orda birşeyler var mı? Durum buysa, bu kişilerin lazer tabancaları var mı?

Bütün UFO'lar karaüstü kökenli olmayabiliyor, ama uzmanlar, saniyede oniki binle kalkış yapabilen puro-biçimli herhangi bir pırıltılı hava taşıtı için, yalnızca Plüton'da sağlanabilecek türden donanım ve yakma tüpleri gerekeceğinde birleşiyorlar. Eğer bu nesneler gerçekten de başka gezegendenseler, o zaman bunları yapan uygarlığın bizimkinden milyonlarca yıl daha ileride olması gerekir. Durum ya böyle, ya da adamlar çok şanslı. Profesör Leon Speciman'ın varsayımına göre bu uzay boşluğundaki uygarlık bizimkinden yaklaşık onbeş dakika daha ileride. Bu durum, diyor Profesör, onları bizden çok daha avantajlı kılıyor, çünkü randevularına yetişmek için koşmak zorunda kalmıyorlar.

Wilson Dağı Gözlemevi'nde, veya Wilson Dağı Akıl Hastanesi'nde (mektup pek açık değil), çalışan Dr. Brackish Menzies, ışık hızına yakın bir hızla hareket eden gezginlerin buraya gelmesinin, en yakın güneş sisteminden gelseler bile, milyonlarca yıl alacağını iddia ediyor, ayrıca, Broadway şovlarına bakılırsa yolculuk buna değmez, diyor. (Işıktan daha hızlı seyretmek ne olasıdır, ne de zevkli, çünkü insan durmadan şapkasını tutmak zorunda kalır.)
İlginçtir, modern astronomlar uzayın sonlu olduğu görüşündeler. Bu aslında çok rahatlatıcı bir düşünce -özellikle, neyi nereye koyduğunu unutan insanlar için. Bununla birlikte, evren üzerine üretilen düşüncelerdeki ana esas, evrenin yayılmakta olduğu ve bir gün parçalanıp yokolacağıdır. Onun için, koridorun aşağısındaki ofiste çalışan kız, aradığınız bütün özelliklere sahip değil de birkaç iyi tarafı varsa, en iyisi bir an önce uzaklaşmaktır.

UFO'lar üzerine en çok sorulan sorulardan biri de şudur: Eğer daireler uzayboşluğundan geliyorsa, niye pilotları, boş alanların çevresinde gizemli bir biçimde pervane olmak yerine, bizimle bağlantı kurmaya çalışmıyor? Benim kendi kuramım şu ki, başka bir güneş sisteminden gelen yaratıklar için "pervane olmak" belki toplumca benimsenen bir ilişki kurma yöntemidir. Hatta zevkli bile olabilir. Bir keresinde ben de onsekiz yaşında bir aktrisin çevresinde altı ay pervane olmuş, hayatımın en güzel günlerini geçirmiştim. Ayrıca unutulmamalıdır ki, başka gezegenlerde "hayat" derken belirtmek istediğimiz şey, içkili toplantılarda bile toplu halde yaşamayı sevmeyen amino asitlerdir.

Çoğu kişide UFO'ları çağdaş bir sorunmuş gibi görme eğilimi vardır, ama insanoğlunun yüzyıllardır bilincinde olduğu bir olay olamaz mı bu? (Bir yüzyıl bize bayağı uzun görünüyor, özellikle elimizde bir borç senedi varsa, ama astronomik ölçütlere göre bu, bir saniyede olup bitiyor. Onun için, insan yanında her an bir diş fırçası bulundurmalı ki bir dakika içinde hazırlanıp yola çıkabilsin.) Şimdilerde bilginler, tanımlanmamış uçan cisimlerin görülüşünün Kutsal Kitap'ta geçen tarihlere dek uzandığını söylüyorlar. Örneğin, Leviticus'un kitabında şöyle bir bölüm var: "Ve Asur orduları üzerinde büyük ve gümüşi bir top belirdi, ve bütün Babil ağlayıp inleyenler ve diş gıcırdatanlarla doldu, ta ki kahinler ahaliye kendilerini toparlayıp eski hallerine dönmelerini emredene kadar."

Bu olay yıllar sonra Parmenides tarafından anlatılan öyküyle ilintili miydi: "Üç portakal rengi cisim göklerde ansızın belirdi ve Atina'nın ortasına kadar döne döne geldi, hamamların çevresinde pervane olarak, en bilge filozoflarımızdan bazılarının peştemallarına sarılmasına neden oldu"? Ve yine, bu "portakal rengi cisimler", yakın zamanda bulunan bir onikinci yüzyıl Sakson kilisesi elyazmasında anlatılana benziyor muydu: "Kapıyı kilitledi; tam yatağına giriyordu ki, havada kırmızı bir topun yüzdüğünü gördü. Teşekkürler, bayanlar baylar"?

Bu son olayı ortaçağ din adamları dünyanın sonunun geldiğinin belirtisi olarak yorumladılar, ama pazartesi gelip de herkes yine işe gitmek zorunda kalınca büyük bir düşkırıklığına uğradılar. Son olarak, en inandırıcısı da bu, 1822'de Goethe, kendi başına gelen tuhaf göksel bir olaya dikkat çekiyor. "Leipzig Kuruntu Bayramı'ndan eve dönüşte," diye yazıyor, "bir çayırdan geçerken, başımı yukarı kaldırdım ki ne göreyim; gökte, güney yönünde birkaç ateş kırmızısı top ansızın belirmesin mi! Büyük bir hızla iniş yapıp beni kovalamaya başladılar. Bir dahi olduğumu, dolayısıyla hızlı koşamadığımı haykırdım ama sözlerim yok olup gitti. Çok kızdım ve avazım çıktığı kadar onlara lanetler yağdırdım, bunun üzerine korkup uçtular. Bu öyküyü Beethoven'a anlattım, çoktandır sağır olduğunu unutmuşum, o da gülümseyip başını salladı ve "Çok hoş" dedi." Genel olarak, olay yerinde yapılan dikkatli incelemeler, çoğu "tanımlanmamış" uçan cisimlerin oldukça sıradan şeyler olduğunu ortaya koyuyor, hava balonları, meteorlar, uydular, hatta bir keresinde, Dünya Ticaret Merkezi'nin damından uçan Lewis Mandelbaum adında bir adam gibi. "Açıklanmış" tipik bir olay, 5 Haziran 1961'de Shropshire'da Sir Chester Ramsbottom tarafından rapor edildi: "Öğleden sonra iki sularında arabamla geziyordum, puro-biçiminde bir nesnenin peşimden geldiğini gördüm. Ne tarafa sürersem süreyim; doğru köşelerden keskin dönüşler yapıp benimle kalıyordu. Çok kuvvetli, parıltılı bir kızmızıydı, arabayı aşırı hızda o yana bu yana döndürdüysem de izimi kaybettiremedim. Korkmaya başlamıştım, her yanım ter içindeydi. Bir korku çığlığı koyuverip bayıldım, ama uyandığımda bir hastanedeydim, mucize eseri hiçbir yara almamıştım." Araştırmadan sonra uzmanlar, "puro-biçiminde"ki nesnenin Sir Chester'ın burnu olduğu kararına vardılar. Doğal olarak, kaçmak için yaptığı hiç bir hareket onu yokedemezdi, çünkü yüzüne yapışıktı.

Bir başka açıklanmış olay 1972'nin Nisan ayı sonlarına doğru, Andrews Hava Üssü'nden Tuğgeneral Curtis Memling'in raporu üzerine başladı: "Bir gece bir tarlada yürüyordum, ansızın gökte büyük, gümüş rengi bir disk gördüm. Üzerimden uçtu, başımdan nerdeyse elli fit uzaklıkta, ve üstüste, sıradan bir hava taşıtının yapamayacağı aerodinamik hareketler yapmaya başladı. Sonra birden hızlandı ve korkunç bir hızla fırladı gitti."

Araştırmacılar, General Memling'in olayı kıkırdayarak anlattığını görünce kuşkuya kapıldılar. General daha sonra, o sırada "Yıldız Savaşları" filminden dönmekte olduğunu ve 'filmde deliler gibi eylendiğini' itiraf etti. Gariptir, General Memling 1976'da bir başka UFO gördüğünü rapor etti, ama çok geçmeden onun da Sir Chester Ramsbottom'ın burnunu takıntı haline getirdiği açığa çıktı-olay Hava Kuvvetleri'nde büyük bir şaşkınlığa yol açtı ve sonunda General Memling askeri mahkemeye verildi.

Çoğu UFO raporları yeterince açıklanabiliyorsa da, açıklanamayan birkaç taneye ne demeli? Aşağıdakiler, "çözümlenmemiş" buluşmalardan alınan gizemli birkaç örnektir, ilki, Mayıs 1969'da bir Boston'lu tarafından rapor edildi: "Kumsalda karımla yürüyordum. Pek çekici bir kadın değildir. Bayağı şişman. Aslında, o sırada onu iki tekerlekli bir arabayla çekiyordum. Ansızın başımı kaldırdım ve büyük bir hızla inmekte olan kocaman beyaz bir daire gördüm. Sanırım paniğe kapıldım, çünkü karımın arabasının ipini düşürdüm ve koşmaya başladım. Daire tam başımın üstünden geçti ve uğursuz, metalik bir ses duydum, "Servisinizi arayın." Eve varınca yanıt verme servisime telefon ettim ve kardeşim Ralph'in Neptün'e taşındığını bildiren bir mesaj aldım. Onu bir daha hiç görmedim. Karım olaydan sonra büyük bir bunalım geçirdi, artık bir el kuklası kullanmadan konuşamıyor."

I.M. Axelbank, Atinalı, Georgia, Şubat 1971: "Deneyimli bir pilotum. Dini inançlarına pek katılmadığım bir grup insanı bombalamak için, özel Cessna'mla New Mexico'dan Amarillo, Texas'a uçtuğum sırada, yanıbaşımda uçan bir nesne farkettim. Önce başka bir uçak olduğunu düşündüm, ama yeşil bir ışık göndererek, uçağın dört saniyede onbir bin fit düşmesine ve perukamın kafamdan fırlayıp tavanda iki fitlik bir delik açmasına neden oldu. Telsizimle durmadan yardım istedim, ama her nedense yalnızca 'Bay Anthony' programını bulabildim. UFO yine uçağıma yaklaştı ve sonra köredici bir hızla fırladı gitti. Bu arada yolumu şaşırdığım için, geçiş parası alınan yola acil iniş yapmak zorunda kaldım. Uçakla yolculuğuma karada devam ettim, ama para-ödeme klübesinden kaçmaya çalışırken başım belaya girdi ve kanatlarımı kırdım."

En tuhaf olaylardan biri de Ağustos 1975'te, Long Island'da Motauk Burnu'nda oturan bir adamın başına geldi: "Kumsaldaki evimde yatıyordum, ama uyuyamıyordum çünkü buzdolabında mutlaka yemem gereken kızarmış piliçler duruyordu. Karım dalıncaya kadar bekledim, sonra ayaklarımın ucuna basa basa mutfağa gittim. Saate baktığımı hatırlıyorum. Tam tamına 4.15'ti. Bundan eminim çünkü mutfak saatimiz yirmi yıldır çalışmıyor ve hep o saati gösterir. Köpeğimiz Judas'ın da tuhaf şeyler yaptığını farkettim. Arka ayaklarının üstünde durmuş, 'Kız olmak hoşuma gidiyor' şarkısını söylüyordu. Ansızın oda parlak portakal rengine döndü. Önce, karımın beni yemek arasında birşeyler atıştırırken yakalayıp evi ateşe verdiğini sandım. Sonra pencereden dışarı bakınca, hayret içinde, puro-biçiminde dev bir hava taşıtının bahçedeki ağaçların tam tepesinde pervane olduğunu ve portakal rengi bir parıltı saçtığını gördüm. Saatimiz hala 4.15'i gösterdiği için anlamak zordu ama, saatlerce olduğum yerde çakıldım kaldım. Sonunda, büyük, mekanik bir pençe hava taşıtından uzanıp elimdeki iki piliç parçasını kapıverdi ve sessizce çekildi. Makine kalktı ve büyük bir hızla gökyüzünde kayboldu. Olayı Hava Kuvvetleri'ne rapor ettiğimde, gördüğümün bir kuş sürüsü olduğunu söylediler. Karışı çıktığım zaman, Albay Quincy Bascomb, Hava Kuvvetleri'nin iki parça pilici geri vereceğine kişisel olarak söz verdi. Ama bugüne kadar, sadece bir parçasını geri aldım."

Son olarak, Ocak 1977'de iki Louisiana'lı fabrika işçisinin verdiği rapor: "Roy ve ben bataklıkta yayın balığı avlıyorduk. Bataklığı severim, Roy da sever. Her ne kadar yanımızda bir galon metil klorid getirmişsek de-bir iki damla limon veya bir ufak soğanla çok iyi gider-içki içmiyorduk. Her neyse, gece yarısı, başımızı kaldırdığımızda, parlak sarı bir kürenin bataklığa indiğini gördük. Önce, Roy bunu bir öten-turna sanıp ateş etti, ama ben, "Roy, bu turna değil, çünkü gagası yok," dedim. Turna böyle anlaşılır. Roy'un oğlu Gus'ın da gagası var ve kendini turna sanıyor. Neyse, birden kapı açıldı ve birkaç yaratık çıktı. Bu yaratıklar dişli, kısa saçlıydı, küçük taşınır radyolara benziyorlardı. Bacakları da vardı, ama parmak yerine tekerlekler duruyordu. Yaratıklar yaklaşmamı işaret ettiler, ben de yaklaştım, bana gülümseyip Bopeep gibi hareket etmeme neden olan bir sıvı şırınga ettiler. Birbirleriyle tuhaf bir dilde konuşuyorlardı, arabanızı şişman bir insana çarptığınızda çıkan sese benzeyen bir dil. Beni hava taşıtına aldılar ve iyice bir fiziksel muayeneden geçirdiler. Ses çıkarmadım, çünkü iki yıldır tam bir check-up yaptırmamıştım. O zamana kadar benim dilimi öğrenmişlerdi, ama hala görüngübilim yerine yörüngebilim demek gibi ufak tefek yanlışlar yapıyorlardı. Bana, başka bir galaksiden olduklarını, buraya dünyaya barış içinde yaşamamızı öğütlemek için geldiklerini, yoksa özel silahlarla geri gelip her yeni doğmuş erkek çocuğunu ince katmanlara ayıracaklarını söylediler. Kan testinin sonuçları bir iki gün içinde belli olur, bizden haber almazsan Clair'le evlenebilirsin dediler."


ben aşkı gösümde süt gibi taşıyorum


kara yılan kara yılan kara yılan

Sezai Karakoç

Güneşin yeni doğduğunu sana haber veriyorum
Yağmurun hafifliğini toprağın ağırlığını
Ve bütün varlığımla kara yılan seni çağırıyorum
Seni çağırıyorum parmaklarımdan süt içmeye
Pamuğun ağırlığını yapan dağın hafifliğini
Sana haber veriyorum yeni doğduğunu güneşin

Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk
Günahlarım kadar ömrüm vardır
Ağarmayan saçımı güneşe tutuyorum
Saçlarımı acının elinde unutuyorum
Parmaklarımdan süt içemeye çağırıyorum seni
Ben güneyli çocuk arkadaşım ben güneyli çocuk

Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum
Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın
Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum
Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum

Seni süt içmeye çağırıyorum parmaklarımdan
Kara yılan kara yılan kara yılan kara yılan

Hasta Döşeği / Perihan Mağden

Odada; bir üst üste dizili mavi yastıklar
Güldeki vazolar, balbadem çikolata, sarı kolonya
Kuytu köşelerde hazin kuyruğu dikilmiş havaya
Yemyeşil, moryeşil bir hayvan gizli

Odada telaşa varan bir durgunluk
Bir de sen, boynunda ninemden ak bir yemeni
Ortada konargöçer kara çadırın
Bir oda giysisi, bir baston

Yan odada mutfağa dair sesler
Yani kilometreler, kilometre taşları
En çok da kollarım ağrır
Ta Homer'den beri kullanamadım onları

Odada bir sessizlik. Odada bir sessizlik
Odada odalıktan gelen bir sıkıntı
Çay fincanını anlatmama bile razıydın önceleri
Derken söyletmez oldun adımı

Senden bana, benden sana doğru
Yükselmekte ve alçalmakta derece
Odanın ortasında bir deniz başladı
Odanın girişine dair bir belirti
(Çayırda buldum seni. Çayırda buldum seni.)
Beni eskiciden almadın sen.
'' Evet kafayı sıyırıyorum. Ben ben deliyim diyen bir deliyim. S..mişim Norbert'i. Boşver. İki delinin hatıra defteri olsun bu. Televizyonu açıyorum. İnsanlar göbek atıyor. İnsanlar ağlıyor. ortası yok. Ben öylece duruyorum. Durduğumu kimseye hissettirmeden ama. Aynalarda görünmediğimi söylemiyorum. Susuyorum. Bu dünyada beni anlayan biri var. Senin ormanın. Çatallanan yollar. Bir sürü sesler. Kendini olanaksız kılıp beni en kuytu yerine getirip bıraktın. Seçimini yap ve kabul et. Aksi hep acı verir insana. Beni unutsan da önemi yok bu bataklıkta. Hiç acıklı gelmiyor bana. Ben seçimimi yaptım. Dibi boylarım ''

3 Kas 2011

Samuel Beckett ile söyleşi

- Çagdas felsefecilerin yazılarınız uzerinde hiç etkisi oldu mu?
- Felsefe yapıtları okumam.
- Niçin?
- Yazdıkları hiçbirseyi anlamıyorum.
- Yine de insanlar varoluşçuların varlık sorununun yapıtlarınız için bir anahtar niteligi taşıyıp taşımadığını merak ediyor.
- Anahtar ya da sorun yok. Yazdığım romanların konusunu felsefi terimlerle anlatabilecek olsaydım roman yazmak icin hiçbir nedenim olmazdı.
Hiç düşünmüş müydün sesin ve sessizliğin aynı şey olabileceğini? Ben bu denizi sensiz geçiyorum ve biliyorum. Sözlerinden geçen yalanlar gözlerimden geçmiyor. Seni sevmiyorum bu susuzlukta. Susuyorum. Aşkın bir anlamı olmadığını düşünmüş müydün?

30 Eki 2011

Albert Camus

'' Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve neredeyse birer kurum haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden göğe kadar hakları vardır''

Albert Camus

'Bir ülkeyi tanıma yollarından biri,
orada insanların nasıl öldüğünü bilmektir..''

Nazan Bekiroğlu

"Tırnağım camı kesiyor da kalbimi kesmiyor artık benim. Sırtımda yolun bütün yükü, bütün ağrısı. Saçlarım kum karası. Artık hiçbir şeye hayret etmiyorum. Çok derine inmek vurgun getirdi, iyilikten de güzellikten de yoruldum. Hiçbir şeye eyvallahım kalmadı. Uçak ve müze biletlerimi saklamıyorum. Arkasına tarih atmıyorum hiçbirinin, bir cümle yazmıyorum. Kuru bir yaprak iliştirmiyorum takvimlere. Nerde kaç gün, kaç gece kalmışım? Sağa sola bıraktığım harfleri sökemiyorum. Birleştirip heceye geçemiyorum.

Çok sıkıldım artık ben. Kalem değiştiriyorum.
Saltanat arzusuyla yanıp tutuşuyor, babası âb-ı hayat içmiş şehzade. Üstelik kan bedava bu kanunnamede. Oysa kocaman bir bulut geldi, üstümde durdu. Sesim geliyor, kendim görünmüyorum. Emniyet kemerim takılı değil. Karşıdan karşıya da dikkatli geçmiyorum.

Kısa sürmeyecek bilirim, anlık değil bu. Yol hali bu, gidip de dönmüyorum.


Siz kalın, ben gidiyorum."

Nazan Bekiroğlu

Bir demet nergis al kendine. Ne olur böyle yapma. Kendine kıyma.


Biliyorum senin için yanıyor. Onlarla aynı dili konuşmadığını zannettiğin bir kalabalığın ortasında, âcizliğinden muztarib, gittikçe içine kapanıyorsun. Her şeyden uzaklaşıyorsun.
Tamam. Yorgunsun. Allah şahit, bilenler şahit, çok yorgunsun. Yaşanmakta olan bütün acılar gibi yaşanmış ve yaşanacak olan bütün acıların da kalbinin üzerine çöreklendiğini zannetmekten yorgunsun. Böyle bir yükü bu kalp taşımaz, biliyorsun. Ben de biliyorum. Ama, kaldır bu acıları benim kalbimin üzerinden Rabbim, diye bir dua da etmiyorsun. "Saf ahenge biçilen bunca bedelin çok fazla olduğunu" düşünmene ramak kalmış. "Giriş biletini üstün saygıyla iade etmek" noktasında tereddütlü, İvan gibi, bütün sorumluluğu kendi üzerine alıyorsun.

Burası dünya. Cennet değil, unutma. Çekilme kabuğuna. Adım at. Denize at. Hâlik'ın var senin. Haddini aşma. Zıddına inkılâb etmekten kork. Baba Karamazov'luğu bütün insanlara mâl etme. Unutma, Alyoşa da insan, İvan'ın düştüğü yerden kalkan Mitya da.

Bahçendeki ağaçların sarsıldığını fark et önce. Deniz, kıyıları dövmeye başlamış çoktan. Yağmurun damlaları camlarda kristal. Yer ile göklerin yaklaştığı kadar gece ile gündüz de birbirine yaklaşmış. Şeb-i Yeldâ. Kaldırımlarda sarı ışık topları, başında rüzgârların en fazla hatırlatanı. Renginden, kokusundan, sisinden, buğusundan kar sesini hatırla. Bir kerecik ne olur kendi korunağından, sıcağından utanma. Üzerine atılan çizgili battaniyenin, ocağında yanan ateşin hesabını yapma. Acının kavramı kadar yakıcılığını da bütünüyle sırtlanma. Çetele çıkarma. Herkesin yerine yanmaya kalkışma. Hani, "Siyahlık şöyle dursun, haddinden fazla beyazlık bile hoşa gitmez", diyor ya Şirazlı Sadi. Uy öğüde, küstahlaşma. Acı biraz. Esirge kendini. Bağışla. Telef olup gideceksin yoksa.

Bir demet nergis al kendine. Dolmuşa bin. Önceden hazır ettiğin 125 kuruşu tutuştur şoförün eline. Bak, bu keskin soğukta bile ter damlacıkları. Sonra bir grup genç doluşsun içeri. Kızlı erkekli, hengâmeli şamatalı. Nasıl böyle tasasız olabildiklerine şaşma. Yol boyunca biri diğerlerine ellerini kollarını sağa sola çarpa çarpa, incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatsın. Zayıf sözcüklere yüklenmiş gürültülü cümleler kullansın. Kızma. Katıl sohbetlerine. Bir cümle de sen sal orta yere. Üniversite öğrencisi değillermiş. Eziklermiş bu yüzden söylemeseler de. Dershaneye de gitmiyorlarmış. O defteri ebediyen kapatmışlarmış. Sonra içlerinden biri senin kucağındaki demetten bir sap nergis istesin, tek dal, diye üstelesin. Kız arkadaşına verecekmiş. Ver. Versin. Bir şeyin eksik kaldığını fark etmedin mi? İkinci nergis dalını da sen çıkar usulca. Bu da kendi arkadaşına versin. Kızlardan biri geri dönsün neşeyle. Nereden geliyor bu nergisler, desin. Benden, de. Ben nergis devrimdeyim. Gül devrimi, lâle devrimi çoktan geçtim.

Aynı durakta inin. Elindeki çantaları taşımaya kalkışsınlar. Reddet. Onlara, yürümeye çalışan bir anneyi işaret et. Gencecik, güzelcecik. Kucağında çocuğu. Kollarında torbalar, çantalar. Biraz hava almak için dışarı çıkmış. Bir işe yaramamış. Belli ki yükü ağırlaştıkça ağırlaşmış. Annenin tükenmesi. Tam da o menzilde. Onu işaret et. Onun yüklerini taşıyın, de. Taşısınlar. Müteşekkir kal.

Sonra hatırla. Yıllar önce hani, yine böyle bir kuyuya düşmüştün de sen. İnsanlara güvenini kaybetmiş, birinde hepsini mahkûm etmiş. Bir bebek arabasını ite ite bir köprüden geçiyordun. Birden arabanın ön sağ tekerleği yerinden çıkıp tıngır mıngır yuvarlanmıştı da köprünün korkuluklarına dizilmiş şamatalı gençlerden biri yerinden fırlamıştı. Tekerleği kapmış, bebek arabasının önünde diz çökerek yerine takmıştı. O zaman insanların birinde tümünü affetmiş değil miydin?

Bir göz gezdir bakalım. Bir avuç fındık verenin, tahta sandığın üzerinde bir cenin uykusuna aktığında senin de başının altına bir yastık koyanın. Vardır mutlaka. O rüyayı görmeyi unutma.

Bir demet nergis al kendine. Ne olur böyle yapma. Kendine kıyma..

Nazan Bekiroğlu

''Çünkü aşk bir yeniden var etme eylemidir. İçimizde sürekli yeni senler oluştururuz. Üstelik öyle senlerdir ki bunlar, “sen”e de uymaz. Şair seslenir: “Seni seviyorsam bundan sana ne?”
Bazen bir hayal, gelip geçici bir suret aslından ne kadar tehlikeli olabiliyor. tehlikeli; çünkü sureti içinde büyüten aşık, kendisini katarak onu büyütüyor.
Bu yüzden belki en baştan yapılması gereken anlaşmadır aşka sevenin sevileni uyarması: İzin verir misin, seni kurabilir miyim? Seni yeniden yazabilir miyim? Kendi içimde senden bambaşka bir sen çıkarabilir miyim? Sonra tutup seni onunla yarıştırabilir miyim? Sonrasında, ona uymuyorsun, diye canını acıtabilir miyim? Hayır tabii ki! böyle bir anlaşmaya kim “evet”, diyebilir? Nasıl cesaret edilebilir bu evet’e? Evet, izin veriyorum içinde, benden bambaşka bir ben çıkarabilirsin. sonra tutup beni onunla yarıştırabilirsin. Sonra ona uymuyorum diye canımı acıtabilirsin''

29 Eki 2011

Ne çok ölü var arka bahçelerimizde... sustuğumuz.

Bu Cumhuriyet aydınlığa çıksın istiyorsak.

ÖNCE HERKES KENDİ KALBİNİN İÇİNİ TEMİZLEYECEK,

AKLINA ÖĞRETECEK,

RUHUNU BÜYÜTECEK!
Sabahattin Ali, Metin Altıok, Bahriye Üçok, Hrant Dink, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, Erdal Eren, Deniz Gezmiş… ve daha niceleri. Sürgünde ölenler, sorgudan dönemeyenler, onbinlerce Kurtuluş Savaşı şehidi, ve yirmi yaşında aşık olamadan, sevdiğine sarılamadan tenekeden sınır karakollarında ölen o güzelim çocuklar, depremlerde binaların öldürdükleri, tersanelerde demirlerin öldürdükleri, yağmurun öldürdükleri, devletin astıkları, faklı Allah'a inanıyor diye öldürdüklerimiz, ırkını beğenmeyip yok farzettiklerimiz, kaybolup giden o madamlar, terör cinayetleri, kocalarının parça parça doğradığı binlerce kadın, ‘’yollarda, sürgünlerde, göçlerde'' azalanlar, dağlara çıkarılıp beyni yıkanan, katil olmaya büyütülen ve olan Kürt çocuklarının ölen çocuklukları, ''katil'' olmadan önceki o çocukların ölü hayalleri, Sarıkamış’ta yırtık çarıklarıyla donan askerlerimiz, yağmada hırsla üzerine basıp geçtiğimiz ‘’Eleni'ler’’ , dağdakinin kovdukları, o bağlarını ağlayarak terk etmek zorunda bıraktıklarımız, büyük şehirlere umutla göç edip soğukta ve aç hayatta kalmaya çalışan insanlar, ruhları ölenler, bedenini satmak zorunda kalan herkes, boyun eğdirilenler , susturulan türküler, kimi seveceğine biz karar veremedik diye onurunu öldürdüğümüz eşcinseller, genelevlerde gözleri ölmüş, tenleri ölmüş hayat kadınları, yol kenarlarında pis kokan adamların dövdüğü travestiler, babası yaşında adamlara satılan çocuk kadınlar , kalpleri ölmüşler… Bu ülkenin gölgeli, karanlık ve hasta bilinçaltının ezdiği, susturduğu her ses, her nefes. Ve bize hediye edilen zerre değerini bilmediğimiz bol bayraklı , çok rap raplı, çok ''ses''siz ve tek tip olmaya zorladığımız tüm kayıp renkler. Bizim yapayalnız Cumhuriyetimiz.


Çocukluğumun fener alaylarında ne güzeldin!
Herkes bir ayar verme peşinde... Biri İngilizce Cumhuriyet Bayramı statüsü yazıyor, başkası yorum döşüyor; ''bunu Türkçe yazmalıydın''.''Biri depreme üzüldüm'' diyor, ''öbürü şehitlere üzül'' sen diyor. Nereden biliyorsun belki en çok ona üzüldü? Sayaç mı taktırdın kardeşim? ''Bilmemkim ünlü balıkçıda sefa yapmışmış, şu birlik beraberliğe en ihtiyaç duyduğumuz günlerde cıkcıkcık''. bir podyum hava...sı herkeste, takmış takıştırmışız sloganları, bir süs bir süs, bir büyüklük, bir tatlısu merhametciliği bir kınama, bir ayar çekme nidaları ve galeyan! not: Yardım etmek için organize olmak veya Cumhuriyetimizi statülerimize taşımaktan bahsetmiyorum. ''Desinler, Desinler'' cilikten bahsediyorum. Özde olmayan büyük sözlerden bahsediyorum ve eyleme dönüşmeyen iyi niyetlerden, kendine yufka yüreklerden ve kendi aklını başka kalplerin sırat köprüsü sananlardan bahsediyorum.

19 Eki 2011

Birhan Keskin


“ Ben sizi nasıl da ağır, nazlı ve dur bakalım sevdiydim.
Ben sizi sahrada yağmurları bekler gibi beklemedi miydim? ”

Uçurtma Avcısı

"Sana hiç yalan söyler miyim, Emir Ağa?"
Birden onunla azıcık oynamak istedim. "Bilmem. Söyler misin?"

"Onun yerine pislik yemeyi yeğlerim," dedi, gücenmiş bir ifadeyle.

"Gerçekten mi? Yapar mısın?"
Şaşırmıştı: " Neyi yapar mıyım?"

Gözleri yüzümü uzun uzun araştırdı. Orada, o vişne ağacının altında oturan ve ansızın birbirine bakmaya, gerçekten bakmaya başlayan iki çocuktuk.

"İstersen yerim," dedi sonunda doğruca gözlerime bakarak. Gözlerimi kaçırdım. Bugün bile, Hasan gibi söylediği her sözü inanarak, içtenlikle söyleyen insanların gözlerine bakmakta zorlanırım.

"Ama merak ettim," diye ekledi. "Benden böyle bir şey ister miydin, Emir Ağa?"

Zoraki gülümsedim. "Aptallaşma Hasan. Böyle bir şey yapmayacağımı bilirsin". Hasan da gülümsedi. Ama onunki zoraki değildi. "Bilirim," dedi.

Schopenhauer

''Krallar taçlarını ve asalarını geride bıraktılar, kahramanlar da silahlarını ama aralarında içlerinden dışlarına taşan görkemlilikleri duruyor hala. Bunu dışarıdaki şeylerden almayan büyük insanlar, büyüklüklerini yanlarında götürürler''

Hakan Günday

'' Bir adım daha atsam çıkıcaktım. Sadece insanlıktan değil, bütün dünyadan.
İnsanın kendi imkanlarıyla bir uzay mekiği inşa etmesi böyle oluyor işte. Önce deneme mahiyetinde fırlatılan maymunlar gibi birkaç duygu bindiriliyor mekiğe. Sonra da bütün beden, bütün beyin hazırlanıyor, dünyanın dışına yollanmaya. Tek amaç, ay'a benzeyen bir uydu olmak. Dünya güzel ama çok uzaktan diyebilmek ''
Kayra : '' Her zihne tek bilgi gerek sevgilim. Sen, benimsin. Seni bildiğim için varım. Midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. Seni dünya kadar seviyorum, demeliyim. Çünkü seni dünyadan nefret ettiğim kadar seviyorum ''


Kinyas: '' Mutlu olunabileceğinin en büyük kanıtıyım. İnsanlık,ahlak ve toplum adına onu da kurtarmak istiyorum. Gerçek isminin Kayra olmadığını hatırlamasını istiyorum. ve artık bilmesinin zamanı geldi! Gözlerini açmalı. Nefsine sahip çıkmasının zamanı geldi. Hayat reddedemiyeceği kadar güzel ve gerçek. Bu hayatta umut, sevgi, dostluk, insanlık var! Ölüm ise boş bir kağıt! Kayra,yolculuğunun parçaladığı hayatını toplayıp geri dönmelisin. Çünkü burada her şey var!... Her şey var! Her şey var! "

5 Eki 2011

Ingeborg Bachmann

“Bir adam, vitrininden ne dükkanı olduğunu anlayamadığı bir dükkâna girer ve tezgâhtaki yaşlı adama ne satıldığını sorar. ‘Biz düş satarız’, der adam. Müşteri ilgilenir. Satıcı adama üç düş gösterir. Müşteri, en sonuncusunu ve en güzelini beğenir. O düşte kendini görmektedir: gerçek yaşamda, ilişkilerini doğru dürüst yaşayamayan biridir ama gördüğü düşte, başta kendi kişiliği olmak üzere, her yaşadığının ahlâkını savunmakta kararlı biri olup çıkmıştır… Beğendiği düşün fiyatını sorar. Satıcı,yaşamınızın birkaç yılı’, diye yanıtlar. Anlamadım’, der müşteri, ‘parayla değil mi?’.Hayır, biz düşlerimizi, müşterilerimizin hayatlarının bir bölümü karşılığında satarız’. Peki şu birkaç yıl.. biraz fazla değil mi?’. ‘Hayır. Bizde öyle düşler vardır ki, karşılığında bütün bir hayatı isteriz!’… Müşteri, düşü almadan dükkândan çıkar ve eski yaşamına döner. Düşlerine layık olmayı göze alamamıştır.”

Ingeborg Bachmann

"Bir gün gelecek, insanların siyah ama altın gibi parlayan gözleri olacak; onlar, güzelliği görecekler, pisliklerden arınmış ve tüm yüklerden kurtulmuş olacaklar, havalara yükselecekler, suların dibine inecekler, sıkıntılarını ve ellerinin nasır bağlamış olduğunu unutacaklar. bir gün gelecek, insanlar özgür olacaklar, kendi özgürlük kavramları karşısında da özgür olacaklar. Bu, daha büyük bir özgürlük olacak, ölçüsüz olacak, bütün bir yaşam boyunca sürecek."

Ingeborg Bachmann

''Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek.

Evet, belki de gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine.
Çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.''

V. Woolf

"Düşsel planda kadın son derece önemlidir; gerçek yaşamda ise tümüyle önemsiz.
Şiiri bir baştan öbür başa kaplar; tarihte hiç görülmez.
Kurmaca yazında kralların ve fatihlerin yaşamlarına hükmeder; gerçek yaşamda ailesinin parmağına bir yüzük geçirdiği herhangi bir oğlanın kölesidir".

Nikolay Vasilyeviç Gogol

Ancak burada Schiller'in karısının bütün sevimliliğine karşın aptal bir kadın olduğunu belirtmek zorundayız. Bunu, aptallığın güzel bir kadının güzelliğine güzellik kattığını bilmemize karşın belirtmek zorundayız. Öyle kocalar vardır ki, karılarının aptallığından büyük sevinç duyarlar, bunu çocuksu bir safiyetin belirtisi gibi görürler. Ey güzellik, sen nelere kadirsin. Ruhsal yeteneksizlikler, kusurlar güzel bir kadında iticilik yaratmak şöyle dursun, ona ayrı bir çekicilik kazandırıyor. Ayıp diye nitelenen şey güzel bir kadında sevimli duruyor. Kadından güzelliği alın, kendisine sevgi değilse de saygı duyulmasını sağlayabilmek için kadının erkekten yirmi kat daha fazla akıllı olması gerektir.

3 Eki 2011

hüzün çocuklar için arada bir, yaşlılar için sürekli
atılan ağı dolduruyor ırmak
balığı deniyor terzi
yüreğini iğnesinden kurtarıp pazarları
ben sevgilenmeyi denerdim, bıraktım şimdi
gerçek derliyorum, ipe diziyorum
beni doğrulayanı seçiyorum
bir o kadar beni doğrulamayan
kuşkulansam, kuşkulanmıyorum o zaman
caymıyorum kendimi doğrulamaktan


bir atlayıp iğnemi bir batırıyorum
terziyim hafta başı balığa çıkamayan

göğü atlıyorum. geniş göğü,
ferah balkonları atlıyorum
mutlu çocuk yüzlerini atlıyorum
atlıyorum suyu, soluyan diri atları
yaylaları ormanları atlıyorum da
varıp ellas'ta duruyorum.
gecenin ellas'ında
iğnemi, benim iğnemi ellas'ın yakarısına:
-inişlerde dolgun diri salınan
mısırları boyayacak mısın?
ay sarı ay, usul ay
dağıtacak mısın gökyüzünü orda burda_
eski duvara, tahta çite, asma köprüye
ay sarı ay, usul ay
kavruk, kara, yorulmuş ineğimi
tazeleyecek misin?
patikayı düz edip uçurumu örtecek misin?
ay sarı ay, usul ay

hüzün çocuklar için arada bir ve yaşlılar için sürekli
bence oyalanıyorum, terziyim daha
balığa çıkmasam bile hafta başlarında
bir batıra iğnemi, bir batırmaya
oyalanıyorum
beni doğrulayan ve doğrulamayan hepsi bir arada

hüzne az bir şey var, yaşlılar için olan

Yumurtaya can veren Allahım her canlının benzerini yaratmış işte!

Bu meyvemiz Tayland'ın bağrından kopup gelmiştir. Ve evet aynısının tıpkısı yılana benzemektedir.

16 Eyl 2011

Gele gele nereye geldim isimli saça sapan gezi yazımıza hoş geldiniz sayın seyirciler. Buyrun çöl sıcağında Kuveyt gezi notları;

Hava sıcak öyle böyle değil, sakın bana ''aman da orada nem yok bık bık''larla gelmeyiniz, yahu 47 derece diyorum bu serin mevsimi diyorum, yazın 50 dereceden aşağı düşmeyen bu güzide ülke-şehirde sokakta dikildikçe böyle fırında tavuk gibi çıtır çıtır pişmen an meselesi. Yıllar önce Rusya'da yaşadığım dönemde de '' ah şekerim kuru soğuk orası nem yok nem'' gibi anti bilimsel, hüsnü kuruntularla gelmiştiniz. Sormak isterim - 24 derecede veya 50 derecede bahsettiğiniz nem tam olarak nedir? + 5 İstanbul ve - 1 Ankara'yı karşılaştırırken kullanacağınız selsiuslarla fahrenaytlarımı bozmayın benim:)

Ben zaten kader mi bilinmez bir rotada gezinen/gezinmek zorunda olan bir insan oldum hep. Barselona, Roma görmemiş ama Sibirya, Irak, Kuveyt, Kazakistan , Azebaycan , Özbekistan görmüş bir kişiyim. ''amanın hava da ne soğuk ''diyorum bi bakmışsın Moskova'ya yerleşmişim bir hafta sonra. ''pöffff pıktım bu sıcak havalardan'' der demez 3 gün sonra ani bir Kuveyt seyahati çıkıyor 3 hafta . Allahım beni mi sınıyosun?

Hadi dedim Arap ellerine geldim bari Umre'ye gideyim. Suudi Arabistan'a alınmadım.
Eğer 45 yaşından genç isen yaninda kocan, baban, abin veya oglun olmadan gidemiyosun ( bu arada babanla bile gelebilmek için evli isen kocandan noter tasdikli izin belgesi vermen gerekli) Bekarsan da yanında aileden erkek olmadan gidemiyorsun. Kadınların yolda tek başına ( koca, abi, kardeş ) olmadan yürümelerinin yasak olduğu, erkeklerin sakız çiğnemelerinin kadınları tahrik ettiği gerekçesiyle yasaklandığı, 75 yaşında kadın tecavüze uğradığı için 100 kırbaçla cezalandırıldığı, kadınların tek başlarınayken ekranda erkek spiker vs varsa diye tv izlemelerinin yasak olduğu bir ülke Suudi Arabistan.

Kuveyt bu kriterle esasla çok rahat bir şehir. ılımlı müslümandan 3 tık yukarıda diyebiliriz. Din temelli bir hayat var ancak şeriatın zalim kılıcını boynunuzda hissetmiyorsunuz sürekli. Alkol, kumar yok, domuz eti, zina yasak. Erkekler geleneksel kıyafetlerle geziyor, kadınlar da kapalı ancak sosyal hayatın içindeler. Not: Arka sokaklardaki pazarlar dahil pek çok yerine gayet sezi imajıyla gezdim, Araplar tarafından tek bir rahatsız edici bakış, tacizle karşılaşmadım. Son derece misafirperver, terbiyeli ve tevazu sahibi olduklarına şahit olduğumuz gibi, 48 derece sıcakta 3 hafta Cumaya gidip binlerce her sosyo-ekonomik düzeyden Arapla namaz kılan ekibimin net gözlemi: bir kişi yok ter kokan! Binlerce kişilik pazar yerlerinde de aynı şeyi gözlemledim. Şehir valla bildiğin buhur, gül suyu ve misk kokuyor. nasıl oluyor da oluyor anlayamadık!


Haftalarca buradayım aksiyon olsun sinemaya gideyim dedim amanın! 110 dakikalık film kesile kesile parodiye dönmüş 60 dakikada bitiverdi. Conan'i da kesmisler haşa conanı kim kesebilir tabi kiside ama filmini oldukça doğramışlar. Ya kizi bi öptürtmediler yiğidime. Ne var az baksaydik pehhhhh ben niye gittim o filme bana ne ucan kafalardan ben Jason Momoacigimi gormeye diye gittiydim gerci siddet sahnelerini de kesmisler anlamiyosun boyle mesela bi intikam hikayesi var cocugun annesini yakmislar sen filmin basinda sadece bir kibrit ve kadin gordugunden sonrasında olayı anlayamayıp cocugu agresiflikle sucluyosun ne kudurdu bu diyosun. megerse anasini öldürmüşler buncagizimin. hakli yani felan filan.

Sırtım çimento dökülmüş gibi. Tutum tutum tutuldum. Kuveytli hemşerilerimi şiddetle kınıyorum ve OHA diyorum kendilerine! Manyak mısınız allasen? Hava 48 derece, iç mekanlar 15 derece. AVMlere de böyle açık kapalı teraslar yollar geçişler yapmışsınız ki saunadan böle deepfreeze girer gibi titreyelim. Manyak olduk sayenizde. 48 derece sıcakta Kuveytte gittim kazak satın aldım ya tarihe geçtim, Koray da beni tebrik etti. Hep masraf hep masrafsam sebebi var. Burnum akıyo, boğazım şişti, sırtım tutuk. Bunun bi ortası yok mu?


Valla bundan kafami bozan olursa Highness the deputy Amir and Crown Prince Sheikh Nawaf Al Ahmad Al Jaber Al Sabaha sikayet edicemm. Imza Bin Highness Sezi Al Selcuk al Kalkavani Sultani Al Caribou Amanin Boooooo:)

Chuck Palahniuk

Deja vu'nun bir de tersi vardır. Buna Jamais vu denir. Sürekli aynı insanlarla karşılaşıp aynı yerlere gidersiniz ama her seferinde ilk kez olmuş gibi hissedersiniz. Herkes her zaman yabancı gibidir. Hiçbir şey tanıdık gelmez..

Chuck Palahniuk

Ben ihtiyaç duyulmak istiyorum. Benim birisinin hayatında vazgeçilmez olmaya ihtiyacım var. Bütün boş vaktimi, egomu ve dikkatimi yiyip bitiricek birine ihtiyacım var. Bana bağımlı biri. Karşılıklı bağımlılık.

13 Eyl 2011

12 Eyl 2011

10 Eyl 2011

William Saroyan

"Gerçeğin anlamı neyse oyunun anlamı da odur. Bu da, bendeniz yada bir başkası tarafından, "efendim, bu oyunun anlamı..." diye başlayan cümlelerle ifade edilebilecek bir anlam değildir. İnsan gerçek bir şeyde, mesela dünyanın kendisinde, bir şehirde, okyanusta, uçan bir kuşta, bir adamın ölmesinde ya da bir bebeğin dünyaya gelmesinde anlam aramaz.

Bu türden açıklamaları, her şeyi açıklayabilen ama hiçbir şeyi anlamayan dev entelektüellere bırakıyorum."

William Saroyan

''Söyleyecek sözüm var ve Balzac gibi konuşmak arzusunda değilim. Ben sanatçı değilim; medeniyete de gerçekten inanmıyorum. İlerlemeye zerre kadar hevesli değilim. Büyük bir köprü yapıldığında sevinmiyorum, uçaklar okyanusları geçince "aman ne müthiş!" diye düşünmüyorum. Ulusların kaderiyle ilgilenmiyorum ve tarih beni sıkıyor. Tarihi yazanlar ve onlara inananlar, tarih derken neyi kastediyorlar? Nasıl olmuş da insan denen o mütevazi ve sevimli yaratık tiksindirici belgelerin maksatları doğrultusunda istismar edilmiş? Nasıl olmuş da insanın mahremiyeti yok edilmiş, dindarlık hisleri iğrenç bir cinayet ve yıkım kargaşasıyla birleştirilmiş? Ben ticarete de inanmıyorum. Bütün makineleri hurda yığını olarak görüyorum, hesap makinesini, otomobili, lokomotifi, uçağı ve evet bisikleti de.

Yolculuğa, insanın bedenini alıp bir yerlere gitmesine inanmıyorum, şu ana kadar acaba kimse bir yere gitmiş mi merak ediyorum.

Siz hiç kendinizi terk ettiniz mi?

Zihnin bir insan ömrü boyunca yaptığı yolculuktan daha muazzam ve ilginç bir yolculuk var mı? Sonu ölüm kadar güzel başka yolculuk var mı?''

William Saroyan

"Ödlekler terbiyeli insanlardır ve bir o kadar da düşünceli...

Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar;

bir kuleden insanların üzerien ateş etmeyi asla düşünmezler. "

Elias Canetti

''Tıpkı gördüğün gibiyim''der maske,

''ve korktugun şey ardımda...''
"Yeryüzünün ihtiyarladigi, nüfusunun aşırı arttığı çok geç bir zamanda aniden, kimsenin nereden geldigini bilmedigi, fazla yere ihtiyacı olan bir kadın türer“.

23 Ağu 2011

Georg Büchner

"Bir takım kalın derili yaratıklarız, elimizi uzatıyoruz birbirimize,

ama boşuna, derilerimiz sürtünüyor, hepsi o kadar. Tuhafız çok''

C. G. Jung

"Everything that irritates us about others can lead us to an understanding of ourselves."

3 Ağu 2011

‘-Yaptıklarından utanmıyor musun?’ dedi Tanrı..
-Çok utanıyorum, dedi adam..
Tanrı: - Utanıyorsan sorun yok, çıkabilirsin..
Adam şaşkınlıkla: - Cehennem dedikleri bu kadar mı?
Tanrı: - Utanmayı biliyorsan, bu kadar..’
Bu bir cennete gitmek meselesi degil bu geceleri rahat uyumak meselesi. Yok yok hayir uyuyamamak meselesi. ve bir yerlerde çamur yiyen cocuklar oldugunu bilmenin iskencesi. Dunyayi kendi konforuyla olcumleyenlere bir sey diyemem ama bu bir yokluk degil cokluk meselesi. Ve bizim coklugumuzun onlarin yoklugu oldugu bilmenin sorumlulugudur bu. İyi yureklilik degil.

2 Ağu 2011

''Nedir bu kaybolan nesnelerden alıp veremediğin diye soracak olursanız, size varoluşun anlamının kaybolanı aramada saklı olduğunu söyleyebilirim...Nedir noksan! Nasıl, neyle giderilir! Kaybolduğunu hissettiğimiz ister heybe olsun, isterse deve, arayış başlamıştır; büyük arayış.
Hikayemizde devesini kaybeden bir adam var. Bu adam devesini ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rast gelmiş. “devemi kaybettim” demiş dervişlere; “onu siz gördünüz mü?” dervişlerin ilki; “bir gözü kör müydü devenin!” diye sormuş. adam sevinçle “evet!” diyerek cevaplamış bu soruyu. ikinci dervişin “ön dişlerinden biri eksik miydi!” sorusu karşısında devesini kaybeden adam heyecanlanarak “evet, evet” demiş. dervişlerden üçüncüsü bir ayağı topal mıydı!” diye sorar sormaz “evet, evet” cevabını yapıştırmış. “o halde” diye konuşmuş dervişler, sen deveni bizim geçtiğimiz güzergâh üzerinde ararsan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır.” kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş.

Bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş. yine sorular karşısında kalmış adam: “devenin bir yanında bal, öte yanında mısır mı yüklüydü!” demiş birincisi; adam “evet” demiş. hamile bir kadın mı biniyor senin devene!” demiş ikincisi, yine “evet” demiş adam. “biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz demiş üçüncü derviş. bunun üzerine deveci, bu üç kişinin kaybettiği deveyi çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak üç dervişi hırsızlıkla suçlamış. Kadı, devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi deveyi gasbetme suçundan hapse atmış.


Kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. Daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olmalarını açıklamalarını istemiş. Dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yemiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler.

“Arılar ve karıncalar yolun iki kenarında bir şeylere üşüşmüşlerdi. Bunların bal ve mısır olduğunu gördük. Bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. Yerde el ayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu.”

“Bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak üzere neden söylemediniz!”
“Çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onu çok çabuk bulabileceğini göz önüne aldık. Keşfettiği gerçeği ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti. Bizim salıverilmemiz için harekete geçerek cömertliğin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. Hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmanın kıymetinin önemini kavrayacaktı. Kendini de yargılayacak ve birini peşinen suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti.”


“Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki, insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasbetmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara.”

Kara Kitap / Orhan Pamuk

"Hiçbir zaman inandıramadım seni seni kahramansız bir dünyaya neden inandığıma. Hiçbir zaman inandıramadım seni o kahramanları uyduran zavallı yazarların neden kahraman olmadıklarına. Hiçbir zaman inandıramadım seni o dergilerdeki resimleri cıkanların bizden baska bir soydan olduguna. Hicbir zaman inandıramadım seni sıradan bir hayata razı olman gerektigine. Hiçbir zaman inandıramadım seni, o sıradan hayatta benim de yerim olmasi gerektiğine.''

Cesare Pavese

"Uçurumdan kurtulmanin tek yolu;
ona bakmak,
derinligini ölcmek
ve kendini o boşluga bırakmaktır."

Yer Altından Notlar

''Saygıdeğer karıncaların hayatları, yuvalarında başlar ve orada da biter; bu kararlı ve inançlı tavırlarıyla çok onurlu bir hayat sürerler. Buna karşın insan, gelip geçici hevesleri olan, tutarsız bir varlıktır ve tıpkı satranç oyuncuları gibi hedefe ulaşmaya değil de hedefe giden yollara bağlanır. Emin olamayız elbette, ama insanın ulaşmak için çabaladığı şey, hedefe giden bu yol olabilir. O da hayatın ta kendisidir zaten.
Aslına bakılırsa hedef, iki kere iki dörttür; yani formüldür. Ama bu formül, hayatın değil, ölümün başlangıcıdır. İnsan az da olsa iki kere ikinin dört etmesinden korku duyar. Tıpkı benim duyduğum gibi. İnsan uğrunda denizler aştığı, hayatını tükettiği hedefi, iki kere iki dörttür, ama bir yandan da korkmaktadır, çünkü hedefine ulaştığı an hedefsiz kalacağını bilir.
İşlerini bitirip paralarını alan işçilerin gideceği yer meyhanedir, oradan da karakola düşerler nasıl olsa. Alın size bir hafta sürecek bir uğraş. Peki ama bizler nereye gideceğiz ? Bu nedenle hedefe her varışta bir huzursuzluk duyulur. İnsan, hedefine ilerlemeyi sever, ulaşmayı değil. Şüphesiz çok gülünç bir durumdur bu. İşin en hoş tarafı, insanın daha doğduğunda gülünç olmasıdır.

İki kere ikinin dört formülü yine de inanılmaz bir şey doğrusu. Bana kalırsa iki kere iki dört, büyük bir küstahlıktır, ve etrafa gülücükler saçan, elleri belinde yol kesen bür külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere ikinin mükemmelliğine inanıyorum; fakat ondan daha üstün olduğuna inandığım şey, iki kere ikinin beş etmesidir..''

1 Ağu 2011

Victor Hugo




''Seni o kadar hayal ettim ki,


artık bir hayalsin''

25 Tem 2011

22 Tem 2011

''All the people that I know have gained the world then lost their souls''