20 Tem 2016




Bir şeylere karşı durmak çok güzel!
Evet bunu biliyoruz; kimden nefret ettiğimizi, kime kızdığımızı, neye karşı olduğumuzu.
Bunun için çokça öfke, hırs ve kızgınlık gerekiyor.
Belki neye/kime karşı durduğumuz kadar neyin bir parçası olmayı seçtiğimiz de önemlidir.
Attığımız her adım, aldığımız her nefes,
kalbimizin her atışı bizi inandığımız dünyaya yaklaştırmak için bir kaynaktır.
Cılız ömrümüzü kocaman bir hayat yapabilmek için umuda, kararlılığa ve eyleme ihtiyacımız var. Kalbimizdekini, aklımızdakini ve ellerimizin ucundakini denkledik mi tamamdır!

Attila İlhan'dan aşka dair...



"Bahçe'de (adana) uzaktan bir kız sevdim. Ufacık bir ilçeydi burası, evimiz kasabanın biraz uzağında; henüz Danıştay'daki davayı kazanmamışız, okula gitmiyorum, bütün gün odamda otururdum, geceleri lüks lambasının ışığında bir şeyler yazardım; bahçemize bitişik çok geniş bir bahçe içinde, askerlik şubesi vardı; şube reisi binbaşı, ailesiyle, binanın üst katında otururdu: liseyi bitirmiş ince kızı ve karısıyla beraber.
...
Komşuyuz ya, annem annesiyle konuşuyor, tabii onunla da; çok sıkıldığından yakınmış, bir yere çıkamaz, çıksa gidecek yer yok: ne park, ne sinema, ne tiyatro! Annem roman okumasını öneriyor, eğer isterse... Attila'nın bir sürü kitabı var, canının çektiğini alabilirmiş! Üç gün sonra mı ne, istemişti; ne çok şaşırdığıma, ne kadar sevindiğime, köpeğimiz Zorro şahittir: olanca kitabı elden geçirdim, ona hakkımda en olumlu fikri vereceğine inandığım kitabı arıyorum; nihayet birkaç tercüme roman seçip yolladım. O gece yatarken bakmaz mıyım: odasına hala ışık yanıyordu, besbelli okuyor.

O'na mektup yazmak nereden aklıma geldi? Yalnızlıktan boğuluyordum ondan mı, yoksa onu her görüşümde, suratıma dalga dalga güneşli deniz yansımaları vuruyordu, ondan mı; belki ikisinden de! Bir gece kağıda kaleme davranıp, sık sık, onun ışıklı penceresine bakarak, birkaç sayfa karaladım; bir dahaki sefere, kitaplardan birisinin arasında, bu mektup da gitti: O'nu uzaktan seviyor, bunu dürüstçe açıklıyordum; nedense cevap yazmayabileceğinden, hiç kuşkulanmamıştım, yanılmamışım; görkemli majisküllerini hiç unutmadığım süslü el yazısıyla, cevabı hemen geldi. Böylece düzenli olarak mektuplaşmaya başladık.

O mu çok mahçuptu, ben mi sıkılgandım; o zamanki bahçede ümmet kırsallığının gelenek ve göreneği üzerimize dayanılmaz baskı mı yapıyordu, bilemem; bildiğim o ki, sadece mektuplaşarak, birbirimizi uzaktan sevdik: ne bir buluşma, ne bir görüşme, ne de sevişme!

Bilmem hangi vesileyle Osmaniye'ye gitmişti, mektubunda diyor ki: "... Size beni hatırlatması için bir kitap almak istedim, bundan başkasını bulamadım". Kitabın ilk sayfasına, tarih atmış: 27 haziran 1944, hemen altında adının ve soyadının baş harfleri: n.e. Hala sakladığım eserin, 49. sayfası o günden bugüne kıvrık duruyor, orada şu satırlar:

"...O'nu görmüştüm, onu beraberimde götürmüştüm: bundan hiçbir şey bu malikiyeti benim ruhumdan söküp alamazdı; yakında uzakta, mevcut gayrimevcut, onu kendimde taşıyordum; bundan ötesi umrumda bile değildi; tam aşk sabırlıdır, çünkü mutlaktır ve ebedi hisseder. Onu benden sökmek için kalbimi sökmek lazımdı. Bir kere ona bakan göz için ışık ne ise, bir kere onu kavrayan ruha fikir ne ise, bu hayal de benim için öyle idi, onu artık o derece kendimin hissediyordum..."
...

Şimdi soru şu: yaşamadığımız aşklar, niye yaşadığımız aşklardan mutludur? Günlük hayatın dağdağası, çeşitli toplumsal ilişkiler, en soylu duyguları değirmen gibi öğütüp, un ufak ediyor da ondan mı? Belki uzaktan sevilenler, bitmek tükenmek bilmez hayal kurma imkanlarıdır; oysa yakınlaşıldı mı, hele gündelik hayata birlikte girildi mi, bütün hayal kurma imkanları ortadan kalkıyor; meydanda çırılçıplak kalan, iğrenç izzetinefis harpleri, yapış yapış cinsellik ve çirkin çıkar hesapları!

Uzaktan sevince öyle mi ya? Lamartine ne diyor? 'yakında uzakta, mevcut gayrimevcut, onu kendinizde taşıyorsunuz; elbet o da sizi'; en esrarlı elektriğiniz, sinsi sinsi, birbirinize akacak; o güç, içinizdeki mutluluk çarkını harekete geçirecektir."


Şehir delirdi. İnsanları birbirine çarpa çarpa
Çiçeklerimi sulamıyorum, çıkmıyorum evden
Kim kimin kalbine girebilir bunca hınçla?
Bir aslanın son gözleri avcının namlusunda.
Sulardan ölü topluyorum.
Unutmuyorum
Fazla suyla çürüyen otların bir ahı vardır...

Bir gecede bir aşk icat edebilirdik
Gözlerimizi kapar şehrin üstünden uçardık
Dokunabilseydik birbirimize
Karnımız, karnımızın içi hafif düşün
Uçuşuyoruz
En imkansız kuş bu biliyorum bu cinayet çağında
Anlayabilseydik birbirimizi, az çıksaydık kendimizden
Marşları, siren seslerini, öfkeyi kullanmazdık
Selaları kullanamazdık, ölülere ayıp olurdu!



Sen ağaç değilsin ki kök salasın!
Aşağıdaki hikayeyi yedi yıl önce bloğumda paylaşmışım. Bu akşam tekrar okudum. Uzun zamandır böyle bir duygu hissetmemiştim... Kelimeler her zaman aynı anlamlara gelmiyor. Okudum ağladım. Ağladım okudum. Neyi kaybettiğini hatırla! Onu sen kendin ara, kendinde ara! Büyük arayış başlasın artık, yalvarırım başlasın!

"Nedir bu kaybolan nesnelerden alıp veremediğin diye soracak olursanız, size varoluşun anlamının kaybolanı aramada saklı olduğunu söyleyebilirim. Nedir noksan! Nasıl, neyle giderilir!
Kaybolduğunu hissettiğimiz ister heybe olsun, isterse deve, arayış başlamıştır; büyük arayış.

Hikayemizde devesini kaybeden bir adam var. Bu adam devesini ararken yüksek düzeyde anlayış yeteneğine sahip üç dervişe rast gelmiş. “devemi kaybettim” demiş dervişlere; “onu siz gördünüz mü?” dervişlerin ilki; “bir gözü kör müydü devenin!” diye sormuş. adam sevinçle “evet!” diyerek cevaplamış bu soruyu. ikinci dervişin “ön dişlerinden biri eksik miydi!” sorusu karşısında devesini kaybeden adam heyecanlanarak “evet, evet” demiş. dervişlerden üçüncüsü “bir ayağı topal mıydı!” diye sorar sormaz “evet, evet” cevabını yapıştırmış. “o halde” diye konuşmuş dervişler, “sen deveni bizim geçtiğimiz güzergâh üzerinde ararsan iyi edersin, onu bu yolda bulma ümidi vardır.” kayıp devesinin peşine düşen adam bu üç dervişin kendi devesini görmüş olduklarına kanaat getirmiş ve alelacele dervişlerin geldiği istikamete koşturmuş.

Bulamamış adam aradığı yerlerde devesini ve ne yapması gerektiğini yine dervişlerden öğrenmek isteğiyle bu kez dervişlerin peşi sıra gitmiş. yine sorular karşısında kalmış adam: “devenin bir yanında bal, öte yanında mısır mı yüklüydü!” demiş birincisi; adam “evet” demiş. “hamile bir kadın mı biniyor senin devene!” demiş ikincisi, yine “evet” demiş adam. “biz senin devenin nerede olduğunu bilmiyoruz” demiş üçüncü derviş. bunun üzerine deveci, bu üç kişinin kaybettiği deveyi çaldıklarına kanaat getirmiş ve onları kadı karşısına çıkarıp başından geçenleri anlatarak üç dervişi hırsızlıkla suçlamış. Kadı, devecinin ifadesini yerinde bularak üç ermişi deveyi gasbetme suçundan hapse atmış.

Kısa bir süre sonra adam devesini arazide başıboş dolaşırken bulmuş ve dervişlerin salıverilmelerini temin maksadıyla mahkemeye başvurmuş. Daha önce dervişlerin kendi durumlarını izah etmeleri için bir fırsat tanımayı hiç aklına getirmemiş olan kadı, onlardan nasıl olup da deveyi hiç görmedikleri halde deve hakkında bu kadar çok şey biliyor olmalarını açıklamalarını istemiş. Dervişler, yolda devenin ayak izlerini gördüklerini, izlerden birinin silik oluşunun devenin bir bacağının topal oluşuna delalet ettiğini; yolun yalnızca bir yakasından ot yemiş olmasının tek gözünün körlüğüne delil olabileceğini; ısırdığı yaprakları yırttığına göre ön dişlerinden birinin eksik olduğunun anlaşıldığını söylemişler.

“Arılar ve karıncalar yolun iki kenarında bir şeylere üşüşmüşlerdi. Bunların bal ve mısır olduğunu gördük. Bir konaklama yerinde çalılara takılmış uzun insan saçı gördük, devenin üstündeki kadındı. Yerde el ayası izi vardı, ancak doğumu yakın hamile bir kadın elini yere dayayıp otururdu.”

“Bütün bunları hırsızlıkla suçlandığınız zaman kendinizi temize çıkarmak üzere neden söylemediniz!”

“Çünkü devecinin devesini aramaktan vazgeçmeyeceğini ve onu çok çabuk bulabileceğini göz önüne aldık. Keşfettiği gerçeği ahlaki bir olgunlukla perçinleyecekti. Bizim salıverilmemiz için harekete geçerek cömertliğin, sorumluluk hissine sahip olmanın zevkini tadacaktı. Hadisenin göründüğünden farklı cereyan ettiğini gören kadı ise gözünde mantık yollarına güvenerek kestirmeden hükme varmanın değerinin düştüğünü görecek ve bir arayışa koyulmanın kıymetinin önemini kavrayacaktı. Kendini de yargılayacak ve birini peşinen suçlamadan veya bir iddiaya sahip çıkmadan önce kendi ölçülerini tartmanın kaçınılmazlığını kabul edecekti.”

“Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki, insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasbetmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara.”

İsmet Özel