"Bahçe'de (adana) uzaktan bir kız sevdim. Ufacık bir ilçeydi burası, evimiz kasabanın biraz uzağında; henüz Danıştay'daki davayı kazanmamışız, okula gitmiyorum, bütün gün odamda otururdum, geceleri lüks lambasının ışığında bir şeyler yazardım; bahçemize bitişik çok geniş bir bahçe içinde, askerlik şubesi vardı; şube reisi binbaşı, ailesiyle, binanın üst katında otururdu: liseyi bitirmiş ince kızı ve karısıyla beraber.
...
Komşuyuz ya, annem annesiyle konuşuyor, tabii onunla da; çok sıkıldığından yakınmış, bir yere çıkamaz, çıksa gidecek yer yok: ne park, ne sinema, ne tiyatro! Annem roman okumasını öneriyor, eğer isterse... Attila'nın bir sürü kitabı var, canının çektiğini alabilirmiş! Üç gün sonra mı ne, istemişti; ne çok şaşırdığıma, ne kadar sevindiğime, köpeğimiz Zorro şahittir: olanca kitabı elden geçirdim, ona hakkımda en olumlu fikri vereceğine inandığım kitabı arıyorum; nihayet birkaç tercüme roman seçip yolladım. O gece yatarken bakmaz mıyım: odasına hala ışık yanıyordu, besbelli okuyor.
O'na mektup yazmak nereden aklıma geldi? Yalnızlıktan boğuluyordum ondan mı, yoksa onu her görüşümde, suratıma dalga dalga güneşli deniz yansımaları vuruyordu, ondan mı; belki ikisinden de! Bir gece kağıda kaleme davranıp, sık sık, onun ışıklı penceresine bakarak, birkaç sayfa karaladım; bir dahaki sefere, kitaplardan birisinin arasında, bu mektup da gitti: O'nu uzaktan seviyor, bunu dürüstçe açıklıyordum; nedense cevap yazmayabileceğinden, hiç kuşkulanmamıştım, yanılmamışım; görkemli majisküllerini hiç unutmadığım süslü el yazısıyla, cevabı hemen geldi. Böylece düzenli olarak mektuplaşmaya başladık.
O mu çok mahçuptu, ben mi sıkılgandım; o zamanki bahçede ümmet kırsallığının gelenek ve göreneği üzerimize dayanılmaz baskı mı yapıyordu, bilemem; bildiğim o ki, sadece mektuplaşarak, birbirimizi uzaktan sevdik: ne bir buluşma, ne bir görüşme, ne de sevişme!
Bilmem hangi vesileyle Osmaniye'ye gitmişti, mektubunda diyor ki: "... Size beni hatırlatması için bir kitap almak istedim, bundan başkasını bulamadım". Kitabın ilk sayfasına, tarih atmış: 27 haziran 1944, hemen altında adının ve soyadının baş harfleri: n.e. Hala sakladığım eserin, 49. sayfası o günden bugüne kıvrık duruyor, orada şu satırlar:
"...O'nu görmüştüm, onu beraberimde götürmüştüm: bundan hiçbir şey bu malikiyeti benim ruhumdan söküp alamazdı; yakında uzakta, mevcut gayrimevcut, onu kendimde taşıyordum; bundan ötesi umrumda bile değildi; tam aşk sabırlıdır, çünkü mutlaktır ve ebedi hisseder. Onu benden sökmek için kalbimi sökmek lazımdı. Bir kere ona bakan göz için ışık ne ise, bir kere onu kavrayan ruha fikir ne ise, bu hayal de benim için öyle idi, onu artık o derece kendimin hissediyordum..."
...
Şimdi soru şu: yaşamadığımız aşklar, niye yaşadığımız aşklardan mutludur? Günlük hayatın dağdağası, çeşitli toplumsal ilişkiler, en soylu duyguları değirmen gibi öğütüp, un ufak ediyor da ondan mı? Belki uzaktan sevilenler, bitmek tükenmek bilmez hayal kurma imkanlarıdır; oysa yakınlaşıldı mı, hele gündelik hayata birlikte girildi mi, bütün hayal kurma imkanları ortadan kalkıyor; meydanda çırılçıplak kalan, iğrenç izzetinefis harpleri, yapış yapış cinsellik ve çirkin çıkar hesapları!
Uzaktan sevince öyle mi ya? Lamartine ne diyor? 'yakında uzakta, mevcut gayrimevcut, onu kendinizde taşıyorsunuz; elbet o da sizi'; en esrarlı elektriğiniz, sinsi sinsi, birbirinize akacak; o güç, içinizdeki mutluluk çarkını harekete geçirecektir."